Ayrımcılık ve Irkçılık Bir İnsanlık Suçu dur


  • Kayıt: 06.03.2021 22:39:02 Güncelleme: 06.03.2021 22:48:33

Ayrımcılık ve Irkçılık Bir İnsanlık Suçu dur

‘Aslını inkar eden haramzadedir’

Zafer Aydoğdu

İnsanlığa karşı tarih boyunca işlenen çeşitli türden suçlar var. Kuşkusuz bu suçları işleyenlerde yine insanlar. İnsanlar hem yaşadıkları doğa ve diğer canlılara, hem de kendi türlerine karşı suç işlerler. Onların haklarını gasp eder, haksızlık yaparlar. Doğuştan (yani varoluştan itibaren) insanların sahip oldukları birçok hakkı hem inançlar hem felsefi hem de hukuksal görüşler bugüne kadar vurgulamışlardır. En temel hak, yaşam hakkıdır. Onurlu ve özgür yaşamak her insanın devredilemez hakkıdır. Bireylerin hem doğuştan hem de yasaların tanımış olduğu hakları sürekli çiğnenmektedir. Bunlardan biri de eşit ve eş değer olma hakkıdır. Belki ekonomik olarak toplumlarda eşitsizlik hat safhadadır, fakat zenginin yoksula, patronun işçiye, politikacının vatandaşa karşı veya bireylerin bireyler karşısında, dilinden, dininden, siyasal veya dünya görüşünden, kimliğinden veya aidiyetinden ötürü, kılıfından zikrinden dolayı, hiçbir kimse ayrımcılık yapma hakkına sahip değildir. Bütün insanlar, bu devredilemez temel haklara eşit ve özgür bir şekilde sahiptirler. İnsanın onuru ve eşdeğerliliği asla, ırk (soy) ve renk diğer nedenlerden dolayı çiğnenemez. Bir toplumun diğer bir toplumdan, bir milletin başka bir milletten veya kültürün başka bir kültürden üstün olması savunulamaz. Tüm kültürler ve halklar eşdeğerdedir. Her kim ki bu tür cürümleri işler, o kişi ve kurumlar hem Hollanda Anayasasının en temel maddesini hem de ‘İnsan Halkları Evrensel Bildirisinde’ ifade edilen en temel maddeleri yok saymış olur. Hal böyleyken bu kişiler insana ve insanlığa karşı suç işlemiş olurlar.

Öteden beri bilinen ve vergi dairelerinin işlediği cürümlerle ayyuka çıkan yapısal ayrımcılık, tarih boyunca özgürlüğü, eşitliği ve hoşgörüyü savunmuş Hollanda demokrasisi için affedilmesi mümkün olmayan en büyük suçtur. Haklı olarak eski bakanlardan Bay Asscher, bu haksızlığa işaret çekebilmek için istifa etti. Hükümette istifa etti, fakat üç maymunu birden oynadı. Bu davranışı da anlamakta zorlandık. Oysa vergi dairelerinin bu tür ayrımcı yaklaşımı çok önceden beri biliniyordu. Özellikle yaşadığımız çevreye baktığımız zaman, birçok Türk veya Faslı kökenli ailelerin mağdur oluklarına yakından şahit oluyorduk. Sonra siyasete ve basına yayına yansıması, tüm bu olanların tesadüf olmadığını gözler önüne serdi. Kurumsal ayrımcılığın ve ırkçılığın öteden beri çeşitli kamu kuruluşlarına sirayet ettiği de aşikârdır. Hem ayrımcılık anayasanın en temel maddesi, hem de bir zamanlar tanıdığım gerçek bir liberal olan Bay Dijkstal’ın Fortuyn ile tartışmalarında üzerine basa basa vurguladığı gibi, ‘insanlık medeniyetinin gelmiş olduğu bir kilometre taşıdır’. Bir ülkenin veya ulusun ne kadar medeni olduğunun yegâna kıstası ‘temel evrensel insan haklarıdır’. Fakat yine Pim Fortuyn’in ‘’cin artık şişeden çıktı’’ demesi, bir bakıma onu haklı çıkardı. Bugün gelinen noktada bu kilometre taşı birçok kez aşındırılmış ve çiğnenmiştir. Bir bakıma anayasanın birinci maddesinin sürekli ihlal edilmesi olağanlaşmış bir hal almıştır. Bunu yapanlar yalnızca sıradan insanlar değil. Aynı zamanda kurumlar ve çeşitli gruplar (buna siyasal akım ve partiler de dahiller).

2010’dan itibaren ayrımcılıkla mücadele belediyelerin asli görevi olarak, o zaman çıkarılan yasayla (ayrımcılığa karşı belediye yasası) ve buna mukabil yönetmelikler hazırlanarak (VNG gözetiminde), yerel düzeyde ayrımcılığa karşı planlar, projeler yapıldı. Belediye ve Eyalet düzeyinde vatandaşların kendilerine yapılan ayrımcılıkları ve haksızlıkları başvuracakları bürolar veya merkezler oluşturuldu ya da var olanlar güçlendirildi. Merkezi hükümet bu cihette belediyelere ayrımcılıkla mücadele için, kişi (vatandaş) başına 0,37 kuruş sübvansiyon sağladı. Bu büroların görevi yapılan ayrımcılıkları başvurulduğu zaman, incelemek ve üzerine gitmektir. Aynı zamanda vatandaşların ve kurumların (mesela okullarda) aydınlatılması görevlerini üstlenmişlerdir. Tabii belirli bir hukuksal protokol doğrultusunda polis ve savcılığa sevk etmektir. Gereken hukuksal kovuşturmalar neticesinde birçok kurum ve kişiye hak ettikleri cezaları verme görevi elbette yargının görevi. Ayrımcılıkla mücadele merkezleri ayrıca yıllık olarak tüm bu vakaları rapor olarak belediye ve İç işleri Bakanlığına sunarlar. Bakanda meclise iletir. Bu raporlar yıllık olarak yayınlanır (hem yerel hem ülkesel düzeyde). Bu raporların yanı sıra yapılan birçok araştırmaların sonuçları elbette çok korkunçtur. Üstelik büroların birçoğu görevlerini tam manasıyla yerine getirmiyorlar. Bu işi sırf bir sübvansiyon kaynağı olarak görenler de var, ciddi olarak kendilerinin birinci vazifesi görenlerde. Bir gerçek var ki belediyelerde yapılan kısıtlamalar sonunda, verilen bu harcırahları kırparak, tabir caizse, sokak lambalarına ayırmışlardır. Özellikle de halkı bilgilendirmek ve aydınlatmak için ayrılan birçok bütçeler kısıtlanmış ya da başka alanlara kaydırılmıştır. Üstüne üstlük vatandaşların çoğunluğu bu tür büroların ve merkezlerin varlığından dahi haberdar değiller. Haberdar olsalar da uğradıkları haksızlıkları başvurmanın bir anlamının olmadığını, kurumların bu konuda hiçbir şey yapmayacaklarını ya da başlarının ağrıyacağını düşünmektedirler. Bundan ötürü de vazgeçmektedirler. Oysa insanlar günlük olarak vakalarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu vakaları bildirmeleri elzemdir.

Bu konudan ötürü muzdarip ve çaresiz kalan binlerce insan var.

İş bulamayan, işini kaybeden, seviyesinin çok aşağısında çalışan ve yerli meslektaşından daha az maaş alan, staj yeri verilmeyen, okulu bitirmek için araştırma imkanı sunulmayan gençler, başörtüsünden, görünüşünden, inancından dolayı iş başvurularına çağrılmayan, başvurduğu belediyelerin kendilerine şüpheyle baktığı ve adeta birçok yabancılara ait kurumları zan altına bırakması veya algı yaratmasından tutunda, yol kenarında ceza kesen memurlara kadar, hayatın her alanında ve düzeyinde ayrımcılık kendisini gösteriyor. Hatta günlük komşuluk ilişkilerinde, sokakta, trende her yerde bariz bir şekilde gözlemleniyor. Sizi bu ülkede ve mahallede istemiyoruz, diye haykıranlara ne demeli? Komşu çocukları sizin çocuklarınızla Türk veya başka bir ulustan olduğu için oynamıyor ve dışlıyorsa, bu o çocukta ne kadar büyük bir tahribata yol açıyor acaba biliyor mu anne ve babalar? Açık açık çocuklarım sizin çocuklarla oynamasın diyen veliler var. Acaba kendi çocuklarına ne kadar büyük bir kötülük yaptıklarının farkındalar mı? Sorulunca çocuklara, annem ve babam istemiyorlar, diye cevap aldığınızda ne yaparsınız? İçiniz cız eder, değil mi?

Bizzat kendim tanık oldum. Bir grup komşu çocuğu şöyle diyordu, yakında biz gelip sizin evinizi alacağız ve burada oturacağız. Peki bu nasıl olacak, diye sorduğumda, siz olmayacaksınız, gitmiş olacaksınız, diye cevap aldım. Nereye gideceğimizi de söyledi çocuklar. Anne Frank ve Etty Hillesum aklıma geldi. Harry Mulisch’in ve Theun de Vries’in kitapları aklıma geldi. Kırmızı saçlı kız geldi gözümün önüne. Ah çocuklar ah, sizler bu yaşlarda bunları bilmezsiniz. Sizler hesapsız, çıkarsız oynamayı seversiniz. Saf ve temiz çocuklarsınız. Günahsız, masum. Peki bu çok küçük yaştaki çocuklara kim bunları söyletiyor, hangi akıl veya akıl sahibi ebeveyn? Hangi ortam ve koşullar bu çocukları eğitiyor ve bu sözleri söyletiyor? Düşünmek ve tasavvur etmek dahi korkunç. Acaba Wilders farkında mı, neye ve kime hizmet ettiğinin diye, dönem dönem düşünürüm. Bunca deneyim ve acıdan sonra, halen bu tür insanların olması, konuştuğum birçok yaşlı, Dünya Savaşını yaşamış Hollandalı ninelerimizin – dedelerimizin söylediği gibi: ‘Onlar savaşı yaşamadılar ki, nereden bilirler ki, sarı bir Davut yıldızı taşımanın ne olduğunu, gaz odalarını’, Şubat’ın 1941’inde imha edilen Amsterdam Yahudi'lerini. Açlığı, yoksulluğu, haydutluğu, temerküz kamplarını. Nerden bilecekler ki, bunca acı çeken insanın derdini? Sarf ettikleri her sözün bir kurşun olarak geri dönebileceğini? İdrak edebiliyorlar mı?

Hollanda’ya ilk geldiğim yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış ve direnişte yer almış çok hoş ve bilge bir hocam vardı. Adeta geleceği görmüş gibi, şöyle dedi, ‘şimdi çok iyi her şey, hoş. Rahatsızın geldiğiniz ülkelere kıyasla. Bakın dil kursunda bile Hollandalılardan ayrısınız, ayrı sınıflarda. Teneffüs de bile birlikte değilsiniz. Mahallelerde de öyle. Fakat ilerde dil öğreneceksiniz, okuyacaksınız, iş isteyeceksiniz ve toplumda bir yer edinmek için uğraşacaksınız, işte o zaman bu çok hoşgörülü olduğunu, aslında öyle olmayan, fakat her şeye kayıtsız ve umursamaz kalan toplum, sizinle çatışacak, sizi dışlayacak’. Peki hocam, tüm bir ekonomiyi biz ayakta tutuyoruz, en zor ve pis işlerde biz çalışıyoruz ve sizin çocuklarınız okusun diye. Peki biz gidince ne olacak? Sorun değil, dedi. Sizin yerinize başka ülkelerden insanlar getirirler. Sonra da camilerinizi ve kurumlarınızı kapalı futbol sahası, müze veya mahalle evi yaparlar. Onun için sizsiz olun, bir kitabı altı kez daha fazla okuyun, derdi! Bilge bir insandı. Çok şey öğrendik kendisinden. İnsandı, çünkü Hitler faşizmine karşı mücadele etmişti. İnsanı biliyordu, tanıyordu. Gerçek bir insandı. İsmini yazsam, tüm Deventerliler tanır onu.

Bugün bu ülkenin kalkınmasında ve gelişmesinde emeği geçmiş insanlar olarak, acaba bizler ne derece yeni bir vatan olarak sahipleniyoruz? 

Elbette biraz da çuvaldızını kendimize batıralım. Peki biz ve kurumlarımız ne yaptılar bu bapta? Kafalarımızla geldiğimiz diyarlarda, ayaklarımızda burada yaşadık. Biraz kafamızı kaldırıp bakalım, şu ülkede ne oluyor ne bitiyor diye. Bunu yaparken de geleceğimiz için, bir arada yaşamak için, eşit ve eş değer vatandaşlar ve bireyler olmak için, yapmalıyız. Ahmet ile Hans’ın birlikte oynaması ve öğrenmesi, dost ve arkadaş olması için mücadele etmeliyiz. Maria ve Meryem’in aynı olduğunu, Jakob ile Yakup’un aynı olduğunu anlatmamız gerek. Ayrılıklardan çok ortak yönlerin daha çok olduğunu göstermemiz lazım. Martin Luther King’in düşü, bizim de düşümüz! Sahip çıkacağız o düşe.

 İslam Rönesans'ı ve Aydınlanması olmasaydı, acaba Avrupa Rönesans'ı ve Aydınlanması bu kadar daha aydın olabilir miydi? 

Epeydir ayrımcılığı ve ırkçılığı ideolojik düştür edinmiş, siyasal bir program olarak uygulayanlara şunu söylemek lazım: ‘İslamiyet’te – Türklerde’ Avrupa’nın vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu ne lale ile ne de ‘misafir işçi’ göçleri ile başlamadı. Çok ötelere gider. İslam Rönesans'ı ve Aydınlanması olmasaydı, acaba Avrupa Rönesans'ı ve Aydınlanması bu kadar daha aydın olabilir miydi? Bu gerçek hatta Reformasyon içinde geçerlidir. Günlük kullandığımız şekerden, sıfırdan tutunda hatta kimyaya kadar, birçok bilim ve felsefi düşüncenin temelini atan kimdi? İbn-i Sina’dan İbn-i Rüşt’e kadar birçok filozof Avrupa düşüncesinin temelinde yatar. Onlarsız Skolastikte, Descartes’te, Spinoza’da düşünülemez. Adaşım Zeger van Brabant İbn-i Rüşt’ü çevirmeseydi, acaba Aziz Thomas ne yapacaktı? Aristoteles’i de daha birçok Antik bilimi de kültürü de nereden öğreneceklerdi? Tabii anlatacak daha çok şey var. Burada işaret etmek istediğimiz şey, medeniyetlerin ortak olduğu gerçeğidir. İnsanlığın ortak malıdır tüm bu kaynaklar ve değerler. Etnik merkezli veya Avrupa merkezli bakış açıları, Avrupa medeniyetinin köklerini, dayandığı kaynakları inkâr etmektedir. Avrupa medeniyetini Türk ve İslam medeniyetinden ayıramazsınız. Bu tarihsel olarak mümkün değil. Hegel ile Mevlana’yı ayırın bakalım. Türkiye gibi üç kıtanın ortasında olan bir ülkeyi, Avrupa dışı göremezsiniz. Çünkü tarihsel ve kültürel olarak yaslandığınız ve beslendiğiniz tüm medeniyet ve düşüncelerin beşiğidir o coğrafya. O coğrafya ve medeniyetsiz kendinizi tanımlayamazsınız.

Hollanda’nın bağımsızlığında ve bir Dünya İmparatorluğu olmasında, Türklerin rolünü yadsıyamazsınız. 

Gidin Hollanda Senatosu’na bakın. Tavanda ve duvarlarda hangi semboller var acaba? Bir tarafta Sultanlar diğer tarafta yine Safevi Türk şahlarının temsili resimlerini göreceksiniz. Hilalde yıldızda var. Her kim ki, medeniyetleri çatıştırmak ve ayırmak ister, insanlığa karşı suç içler. Çin’deki medeniyette Avrupa’daki de hepsi bizim ortak medeniyetimizdir. Çünkü insanlık tek bir soydur (tür olarak). İnsanlar açısından ırk yoktur. Hepimiz insanız. Âşık Veysel’in dediği gibi: ‘Beni Hor Görme Kardeşim Sen Altınsın Ben Tunç Muyum Aynı Vardan Var Olmuşuz Sen Gümüşsün Ben Saç Mıyım’.

Ayrımcılık yalnızca en temel bir hakkın çiğnenmesi, bir insanın ötekileştirilerek, hakir görülmesi, örselenmesi değil, aynı zamanda o kişinin varlığının, var olduğunun reddi, ruhunun ve varlığının inkârıdır. Bir başka deyişle insanın varoluş nedenini kabul etmemektir. Bu bağlamda insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Ayıbında ötesinde, cinayettir. Ayrımcılık yalnızca bir insana veya gruba bilerek zarar vermek değildir, aynı zamanda o kişi ve grup üzerinde kalıcı travmalar ve psikolojik tahribat ve yıkımlara sebep olmak demektir. Tanınmamak, reddedilmek, horlanmak, ötekileştirilmek, eşref-i mahluk olan insanı kabul etmemek demektir. Ayrımcılık yapanlar aslında kendilerini de reddediyorlar. Eşref-i mahluk olmaktan feragat ediyorlar. Hatırlarsanız, insanı kim reddetmişti, onu kendinden aşağı görmüş ve böbürlenmişti, kibirlenmişti, kendisinin daha üstün olduğunu, üstün olan bir unsurdan türediğini, oysa insanın daha aşağı bir hamurdan oluştuğunu vurgulamıştı? İşte o zaman ayrımcılığın ve ırkçılığın mahiyeti daha iyi anlaşılır. Hani bizim Yunus ne demişti çok ötelerden:’’Yaratılanı severim yaradandan ötürü’’ ya da bir başka sözünde ifade ettiği gibi: ‘’Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan, halka müderris olsa hakikatte asidir’’. Gelinde bu sözlerin ne kadar derin, yürekten, özden sözler olduğunu, evrensel bir mesaj olduğunu, yedi iklim dört köşeye anlatalım. Gelinde hakkın ve hakikatin insanda dürüldüğünü, insan olmakta belirdiğini dile getirelim. Yunus’a el ve himmet veren Hacı Bektaş Veli ne demişti, kadın-erkek ayrımına karşı “aslanın erkeği aslanda dişisi aslan değil mi”, çünkü:

“Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde

Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde

Bizim nazarımızda kadın - erkek farkı yok,

Noksanlık da eksiklik de, senin görüşlerinde”.

Acaba bu dizeleri okurken, sanki ‘Evrensel İnsan Halkları Beyannamesini’ okuyoruz, değil mi?

İbn-i Rüşt siyaset felsefesinde, kadınlarda yönetici olmalı, onun için onların da okuması ve eğitilmesi gerek, diye yazmıştı. Kadını okutun demişti Hacı Bektas Veli. Hem Mevlana, hem Hacı Bektaş Veli hem de dahi Yunus Emre ve daha birçokları, insanı yücelten bu tür düşüncelerle ve sergiledikleri örneklerle, halen bizlere ışık tutmaya devam ediyorlar. Peki Hacı Bektaş Veli ile Geert Grote’nun, Yunus ile Erasmus’un, Mevlana ile Spinoza’nın bağını niye kurmayalım? O kadar çok mu yabancılar? Aslında hiç de değil. Ya İbn-i Arabi’ye ne demeli? Düşündüğünüzden de çok yakınlar! Hepsi de hümanizmanın birer parçaları dır. Evet, ırkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı 72 millet birlikte yan yana, kol kola mücadele edeceğiz, çünkü:

‘Ben gelmedim kavga için benim işim sevi için
Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim’

Demiş bizim koca Yunus.

Biz gönül için geldik,

Çünkü gören göz değil gönüldür.

Aş için değil aşk için geldik.

Çünkü aşk aydınlatıcı, arıtıcı dır.