Aşırı sağın iktidarını engellemek bize mi kaldı?


  • Kayıt: 02.11.2023 14:38:12 Güncelleme: 02.11.2023 14:38:12

Aşırı sağın iktidarını engellemek bize mi kaldı?

Raşit BAL

Hollanda toplumunun ve politikasının son on yıl içinde sağa kaydığı ve merkez partilerinin dahi 'popülist' bir söylem geliştirdikleri ortada. Aşırı sağ ideolojileri benimseyen partilerin hem sayısı arttı hem de taraftarları çoğaldı. Örneğin, Wilders hala 'anti-İslam' ve 'anti-Müslüman' saldırgan tutumunu sürdürüyor ve göçmenler ile sığınmacıları Hollanda toplumuna ve kültürüne bir tehdit olarak görüyor. "Sınırları kapatma" ve "saflaştırma politikası" gibi çözümler öneriyor. PVV'nin yanı sıra FvD ve Ja21 gibi partiler de aşırı sağ görüşleri benimseyen partiler olarak öne çıkıyor. Bu "popülist" söylemlerden etkilenen merkez partilerin de olduğunu görmekteyiz. Liberaller (VVD), Hristiyan Demokratlar (CDA) ve Sosyalistler (SP) hem popülist politikadan ürktüklerini hem de daha popülist bir söylem geliştirdiklerini gösteriyorlar.

Ancak bu gidişata rağmen iktidardaki hükümet iki önemli konuya odaklandı.

İlk olarak, çevre, iklim ve enerji konularını ele almaktı. Alınan yeni önlemler Hollanda ekonomisini sürdürülebilir hale getirmek için gereken koşulları oluşturuyordu. Bu politikalar için milyarlar ayrıldı ve ilgili bakanlar belirlenen hedeflere ulaşmak için çaba gösteriyordu, bazı tıkanıklıklara rağmen. İkinci önemli konu ise devlet kurumlarını ve yönetimi şeffaflaştırmak ve halkla güveni yeniden tesis etmekti. Zaten önceki hükümet güven sorunları nedeniyle düşmüştü, özellikle vergi dairesinin 'çocuk bakımı ödeneği' politikalarında ayrımcılık yapması ve belirli kesimleri mağdur etmesi ortaya çıktığında. Şu anki hükümet döneminde de, vergi dairesi dışında polis ve bakanlıklar gibi birçok devlet kurumunun benzer algoritmalar kullanarak ayrımcılık yaptığı ortaya çıktı. Bu tür olaylar devlet ile halk arasındaki mesafeyi açıyor ve güvensizliğe neden oluyor. Bu sorunu çözmek için Denk partisi, Omtzigt, Artikel 1 gibi küçük partiler ve liderler de çaba gösteriyor. Üstelik bu iki ana konudaki politikalar "popülist" ve aşırı sağ söylemi biraz bastırıyor gibi görünüyor, hatta hükümet biraz daha sola kayıyor izlenimini dahi verebilir. Bu durum VVD ve CDA gibi partileri rahatsız ediyor gibi görünüyor.

Bu hükümet döneminin en önemli gelişmelerinden biri, 'uyum politikalarının' hükümet gündeminden tamamen çıkmış olmasıdır. Sadece uyum meselesi değil, aynı zamanda İslam ve Müslümanlar da artık merkezi politika söyleminin odak noktası değiller. 

Birinci neslin geri çekilmesi ve emekliye ayrılması, uyum politikasının odağının zayıflamasına yol açtı. İkinci neslin burada doğmuş olması, uyum meselesinin onlar için bir 'mesele' olmamasını daha da pekiştirdi. Türk ve Fas kökenli Hollandalıların bu bağlamda gündeme gelmesi artık anlamsız hale geldi. Belki de gereken, henüz bu değişimi fark etmeyen ve geride kalan kesimlerin, (kamu) kurumlarının uygulamalarını bu yeni duruma uyumlu hale getirmeleridir. Bazı resmi kurumlardaki 'ayrımcılık', bu geri kalmanın bir göstergesidir. Merkezi politika söylemi 'uyum' meselesini bırakarak 'sığınmacılar' konusuna yönelince, geleneksel göçmen grupları için olumlu bir gelişme oldu. Uyum politikasının gündemden kalkması ve kamu tartışmalarının 'ayrımcılığa' yönelmesi aşırı sağ liderleri de gündemden düşürüyordu. Onlar da söylemlerini daha da keskinleştiriyorlar ve 'tehdit' algısını daha da öne çıkarmaya çalışıyorlar. Bu da merkez partileri daha da endişelendiriyor, özellikle VVD ve CDA'yı.

Hükümet, popülist söylemlerin etkisinde sallanırken, Hollanda yerel yönetimleri ve Birinci Meclis seçimlerine gitti. Sonuç son derece çarpıcı oldu. Mecliste tek bir milletvekili bulunan 'Vatandaş ve Çiftçiler Hareketi (BBB)', birinci parti oldu. Bu parti sağ görüşlü bir partiydi ve 'şehire' karşı 'taşra'yı savunuyordu. İklim-çevre-enerji politikalarına karşı çiftçilerin çıkarlarını ve sorunlarını öne çıkarıyordu. Bu parti bu kadar büyümesi, sadece hükümet politikalarına karşı direnci göstermekle kalmıyor, aynı zamanda VVD ve CDA partilerine büyük bir sinyal gönderiyordu. Taşrada güçlü olan CDA'nın taraftarlarını kaybettiği görülüyordu. VVD ise birinci parti olma konumunu kaybetti ve dikkatli olması gerekiyordu. Nitekim hem VVD hem de CDA, hükümeti devirmek için 'bahane' aramaya başladılar. Aksi takdirde, popülist söyleme kayan seçmen, bu iki partiye tamamen sırt çevirecek ve Hollanda politikasının merkezini 'aşırı sağ' olarak kabul edecekti. İlk olarak bunu deneyen CDA oldu. 'İklim politikalarını yeniden müzakere edelim' dedi CDA lideri. Ancak bu yeterli olmadı. Başbakan Rutte'nin kendi hükümetini düşüreceği kimse tarafından tahmin edilmiyordu, çünkü Rutte her zaman iktidarda kalmak için bir yol bulurdu.

Ve hükümet tatilde düştü. Hiç kimse böyle bir şey beklemiyordu. Başbakan Rutte'nin, her zamanki gibi, gerilime neden olan meseleyi pragmatik bir çözüme bağlayacağı beklentisi vardı. Ancak Rutte, bu 'ortayı bulma' yeteneğini bu sefer devreye sokmadı. Düşmesine neden olan mesele çok karmaşık değildi aslında. Hollanda'ya gelmiş ve yerleşim hakkını kazanmış mültecilerin, aile birleşimi yoluyla diğer aile üyelerini (eş ve çocuklarını) getirme olanağı konusu üzerindeydi. Bu haktan yararlanacak kişi sayısı da fazla değildi. Başbakan Rutte buna kesinlikle 'hayır' derken, Hristiyan Birliği (CU) buna 'evet' dedi. Hristiyan Birliği için bu bir 'insan hakkı'ydı. Başbakan Rutte ise, daha önce parti toplantılarında verdiği sözlere atıfta bulunarak 'kesinlikle' karşı çıktı. VVD'ye göre, Hollanda'ya yönelik sığınmacı akışını kesinlikle azaltmalıydı ve Rutte bu sözü tabanına vermişti. Zaten zorla kurulan dördüncü Rutte hükümeti bu nedenle düştü. Böylece Başbakan Rutte, kendi tabanına 'göz kırptı' ve 'size verdiğim sözü tutuyorum' dedi. Aynı zamanda 'aşırı sağa' kayma eğiliminde olan seçmene de 'VVD hala sizin endişelerinizi dikkate alan bir parti' demiş oldu. Meclis, yeni seçim tarihini 22 Kasım olarak belirledi.

Çok geçmeden Başbakan Rutte, VVD lideri olarak aday olmayacağını açıkladı. 

Böylece Hollanda politik tarihinde oldukça uzun süren Rutte dönemi, yeni hükümetin kurulmasıyla sona erecek. Kendisi için bu küçük mesele için hükümetini düşürmek ağır bir karar olmuştur. Partisi için kendini feda etti. Henüz yaşlı değil. Bundan sonra ne yapacağını göreceğiz. Avrupa yetmez gibi görünüyor. Belki de Birleşmiş Milletler düzeyinde bir görev alır veya IMF veya Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarda çalışır. İlerleyen günlerde ise pek çok parti lideri ve milletvekili tekrar aday olmayacaklarını açıkladılar. CDA, D66, GroenLinks, PvdA ve Denk partilerinin liderleri "meclise geri dönmeyeceğiz" dediler. Ayrıca birçok milletvekili de "tekrar aday olmayacaklarını" belirtti. Sanki meclis boşalıyordu, tüm deneyimli üyeler çekiliyordu. Kimisi "yeter, çok uzun süredir bu görevdeyim" dedi, kimisi "sürekli tehdit alıyorum, dayanmak imkansız" dedi, kimisi de "çok stresli ve yoğun bir görev" diyerek ayrıldıklarını ifade etti. Partiler liderlerini yenilemeye başladı, ancak aşırı sağ partiler hariç. Wilders, Boudet ve Eerdmans uzun süre yerlerinde kalacak gibi görünüyor.

Bu kadar değişikliğin içinde dikkat çeken husus, GroenLinks ve PvdA'nın birleşmesi ve tek bir liderle seçime gitme kararı oldu. 

Hollanda toplumunda ortaya çıkan 'sağ popülist' eğilimden etkilenmeyen, demokratların (D66) yanı sıra Yeşiller ve Sosyal Demokratlar da olmalıydı. Ancak popülist söylem, bu iki partiye de etki etmişti. Özellikle PvdA, Asscher döneminde sağa kayar gibi görünüyordu. 'Tabanda kayma' hem Yeşil solu hem de Sosyal Demokratları zayıflatmıştı. Aslında her iki parti de biraz krizdeydi. Bu iki parti arasında birleşme düşüncesi uzun süredir var olmasına rağmen bir türlü gerçekleşmiyordu. Yaşanan kriz, birleşmeyi zorunlu hale getirdi. Her iki parti lideri (Klaver ve Kuiken) geri çekildiler. Daha önce dışişleri bakanlığı yapmış olan Frans Timmermans, yeni birleşik Yeşil-Sol politik lideri oldu. Uzun süre Avrupa Birliği'nde görev yapmış, Avrupa'nın iklim politikalarının mimarı ve ateşli savunucusuydu. Pek çok dil biliyor ve oldukça heyecanlı. Avrupa'ya inanan, toplumsal güvene vurgu yapan, barış ve çevre odaklı bir kimliği ve profesyonel geçmişi bulunuyor. D66 lideri Jetti'nin yanında, popülist aşırı sağ söyleme karşı etkin olacak olan ikinci liderin Timmermans olduğu görülüyor.

VVD'nin yeni liderinin Tunceli doğumlu Dilan Yesilgöz olması oldukça dikkat çekici bir gelişme. Birinci nesil bir göçmendi. Eğer VVD yine en büyük parti olursa, hem Hollanda'nın ilk kadın başbakanı olacak hem de birinci nesil bir Türkiye kökenli başbakan olmuş olacak. Ancak müthiş bir ikilemi de var. Bir yandan Liberaller, seçmenin aşırı sağa kaymasını engellemek için çalışacaklar. Yani VVD'yi biraz daha 'popülistleştirecekler'. Zaten hemen Wilders'a göz kırptılar. Eğer önemsediği bir 'geçmiş' varsa, onunla mücadele etmek zorunda kalacaklar. Aşırı sağın bir türlü sindiremediği ve ürktüğü 'birinci nesil Türk-Kürt kökenli' olmasını 'engel' veya 'bir bahane' olmaktan çıkarmak zorundalar, böylece yerli ve sağ seçmen VVD'den kaçmaz. Bu durumda 'dürüst ve otantik' bir başbakan olması kolay olmayacaktır.

Önümüzdeki dönemde Hollanda Müslümanları açısından oldukça önemli bir husus, 'uyum politikalarının' bir daha gündeme gelmemesi gerektiği. 

İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak toplumsal birliğe 'tehdit' ve dayanışmaya ise 'engel' algısı tamamen gündemden kaldırılmalıdır. Bu sayede Müslümanlara yönelik ayrımcılıkla daha etkili bir şekilde mücadele edilebilir ve üçüncü nesil Müslümanlar diğer yerli kesimlerle sosyal olarak 'eşit' konuma gelebilir. Bu, Anayasa'nın birinci maddesinin hedeflediği gibi bir toplumsal durum yaratacaktır. Bu durum sonucunda İslam'ın yerelleşmesi sağlanacak ve böylece Hollanda, yabancı değil, yerleşik bir dini geleneğe sahip olacaktır. Toplum, İslam'ı bir 'tehdit' olarak değil, bir 'zenginlik' olarak algılayacaktır. Müslümanlar ise inançlarını 'özgürlük' içinde pratiğe dökebileceklerdir. Bu toplumsal durum sadece Hollanda toplumunu zenginleştirip canlandırmakla kalmayacak, aynı zamanda yeni gelen sığınmacılara iyi bir perspektif sunacaktır. Birinci nesil gibi 'deneme-yanılma' yöntemiyle ilerleme yerine, deneyimli ve yerleşik bir kesim ve onların rehberliği ile daha sağlam adımlar atılacaktır.

Hollanda için politik merkezin popülist sağa kayması ciddi bir tehdittir.

Bu durum, Hollanda'nın içinde 'güvensizlik', toplumsal gerilimler ve dış dünyaya güvensizlik ve izolasyon anlamına gelir. Bu politika tarihsel olarak Hollanda toplumunun özüne aykırıdır. Ancak büyük insan toplulukları zaman zaman sapabilir. Şiddet kullanarak iktidarı ele geçiren bir 'şeytan'dan daha tehlikeli olanı, halkın çoğunluğu tarafından iktidara getirilen bir 'şeytan'dır. Allah korusun. Yani risk bellidir.

Hollanda Müslümanları olarak hala kırılgan bir konumdayız.

Ayrımcılık devam ediyor. Kamu kurumlarının kendilerini 'temizlemeleri' için politik destek gereklidir. Cami cemaatlerinin (hem yerel hem de ulusal düzeyde) zamanları vardır. İdarecilerin temsil yetenekleri hala gelişmekte ve yavaş ilerlemektedir. Kapalı olma ve pragmatik-stratejik uygulamalar hala yaygındır. İslami okullar için de benzer bir şey söylemek mümkündür. Orada daha pragmatik ve stratejik bir yaklaşım hakimdir. Bu nedenle son yirmi yıl içinde toplumsal dikkat çeken, çok fazla gerginliğin kaynağı oldular. Her iki dini kurum daha hızlı bir şekilde yerelleştirilmeli, toplumsal dengeye odaklanmalı ve uyumlu bir 'aydın-lider' kadrosu oluşturulmalıdır. Bunun için ikinci neslin daha fazla deneyim kazanması ve yaşlarının ilerlemesi gerekmektedir.

Önümüzdeki seçim bu nedenle kritik bir öneme sahiptir. Oy kullanmak önemlidir, ancak kime oy vereceğimiz de büyük bir önem taşır.