Bosna Hersek’in iki önemli şehri olan Saraybosna ve Mostar, hem tarihî hem de kültürel zenginlikleriyle bana unutulmaz bir tatil yaşattı. Her iki şehirde de Türkiye’nin izlerini her adımda görmek mümkün. Gittiğim her yerde kendimi yabancı değil, adeta bir parçamı bulmuş gibi hissettim
Saraybosna’da dolaşırken, Osmanlı’dan kalma camiler, Türk mimarisini yansıtan yapılar ve tanıdık lezzetler dikkatimi çekti. Özellikle camilerin mimarisi, Türkiye’deki camilerle birebir aynıydı. İlginç olan, bazı bölgelerde cami ve kilisenin yan yana olmasıydı. Bu, farklı inançların bir arada barış içinde yaşamasının güzel bir örneğiydi. Şehir genelinde seküler bir yaşam tarzı hâkim olsa da, muhafazakâr kesimlerin de varlığı hissediliyor.
Bu kültürel çeşitlilik içerisinde bir imamla tanışma fırsatım oldu. Akıcı İngilizcesiyle hem Türkiye’yi yakından takip ettiğini hem de Bosna’daki dini gelişmeleri anlattı. Görev yaptığı caminin halısının Gaziantep’ten getirildiğini belirtti. Özellikle gençlerin camilere yoğun ilgi gösterdiğini, camilerin dolup taştığını söyledi. Bu, Bosna Hersek’te İslami duyarlılığın yeniden güçlendiğine işaret ediyor.
Yemek kültürü açısından da Bosna Hersek tam bir lezzet durağıydı. Özellikle meşhur Cevapi (Cevapcici) ve Boşnak böreği, tatilin unutulmazları arasına girdi. Her öğünde bu iki lezzeti arar oldum. Bunların yanında, Bosna Hersek’te —özellikle Saraybosna ve Mostar gibi şehirlerde— Türk çayı ve kahvesi birçok yerde kolaylıkla bulunabiliyor. Ben genellikle Türk kahvesini tercih ettim.
Unutamadığım anlardan biri de, Gazi Hüsrev Bey Camii’nin hemen yanında yer alan küçük bir kahve mekânında yaşandı. Yanlış hatırlamıyorsam adı Semira olan bir teyze, el emeğiyle hazırladığı kahveyi cezvede ikram etti. Buradaki sunum farklıydı: Kahve bol hazırlanıyor ve bir cezveden rahatlıkla iki-üç fincan çıkacak kadar servis ediliyordu. Hem tadı hem de o samimi ortam aklımda yer etti.
Saraybosna’daki gezintim sırasında yolum hiç planlamadığım ama asla unutamayacağım bir noktaya düştü: Ateşi hiç sönmeyen anıt… Arkamda Safet Zec’in “Suze i molitva” – Gözyaşı ve dua adlı sergisi, yukarıda ise koca bir afiş: Srebrenica 1995–2025.
Sadece taş değil bu duvarlar. Her çatlakta bir annenin feryadı, her izde bir çocuğun yok edilen geleceği var. İçimde bir düğüm… Ellerim önümde bağlı, konuşamıyorum. Çünkü bu şehir, konuşmadan da çok şey anlatıyor. Bosna halkı 30 yıl sonra hâlâ susmayan bir acının gölgesinde yaşıyor ama yüzlerinde bambaşka bir şey var: Onur. Direnç. Hayata tutunma azmi.
Saraybosna’da gezerken bir tarih kitabının içinde yürüyor gibiyim. Bu şehirde acının da umudun da adı var. Ve ben, o anıtın önünde sadece bir turist değil, insanlığın vicdanına tanıklık eden bir yolcuyum.
Mostar ise, bana Türkiye’nin turistik bölgelerini anımsattı. Özellikle Mostar Köprüsü çevresi, turistlerle dolup taşıyor. Fiyatlar Türkiye kadar yüksek olmasa da, bölge genel Bosna standartlarına göre pahalı sayılır. Yine de tarihi atmosferi, taş sokakları ve köprünün altından geçen nehrin serinliği Mostar’a ayrı bir güzellik katıyor.
Her iki şehirde de dikkatimi çeken bir diğer unsur ise trafik düzeni ve toplumsal saygı oldu. Korna sesine neredeyse hiç rastlamadım, sokaklar tertemiz, kaldırım işgali yok. Yayalara Hollanda’daki gibi öncelik tanınıyor. Motorsiklet ve bisiklet kullanımı ise oldukça düşük. İlginç bir şekilde sokaklarda polis görmek neredeyse imkânsız. Geceleri bile güvenli bir atmosfer hâkim.
Bosnalılar, oldukça saygılı ve misafirperver insanlar. Onlarla sohbet ettiğimde, samimiyetleri ve içtenlikleri bana kendimi hiç yabancı hissettirmedi. Adeta kendi insanım gibi gördüm onları. Hatta zaman zaman Türkiye’deymişim gibi hissettiğim anlar oldu.
Bu yolculuk bana hem tanıdık hem de keşfetmeye değer bir coğrafyayı tanıma fırsatı sundu. Saraybosna ve Mostar, hem geçmişin izlerini hem de geleceğin umutlarını taşıyan iki güzel şehir olarak hafızamda yer etti.