Şu günlerde Covid-19 kısıtlamalarına rağmen, Hollanda seçim sürecine girdi. Partiler kitlelere yeni yöntemlerle ulaşmaya çalışıyorlar. Malum göçmenler olarak 1986 seçimlerinden bu tarafa oy kullanıyor ve seçimlere aday olarak katılıyoruz. Yerellerde ve ülkesel seçimlerde de yer alıyoruz (aktif veya pasif olarak). Kuşkusuz oy kullanma bir vatandaşlık hakkı ve hatta görevidir. Bir ülkenin vatandaşı olmanın en temel özelliklerinden birisi de seçme ve seçilme hakkıdır. Bu hakkı bilerek ve bilinçli olarak kullanmak, ülkenin kaderine ortak olmak demektir. Seçme ve seçilmenin demokrasinin olmazsa olmazlarından olduğunu herkes bilir. Demokraside her dönem ve her ülkede var olan bir yönetim biçimi değildir. Filozofların belirttiği gibi, bilen yönetim biçimleri arasında en az kötü olanıdır. Bugüne kadar en iyisi çıkmadığı sürece de yürürlükte kalacaktır. Demokrasilerinde bir tarihi var. Başlangıcı ve bitişi.
İnsanlığın bilinen ilk demokrasi deneyimi olan şehir devletçiği, antik Atina’dan bu tarafa (İ.Ö. 508 – 322) çok şey değişti.
Çok farklı yönetim biçimleri denendi, fakat halen demokrasi (halkın kendisini idare etme biçimi olarak), güncelliğinden bir şey kaybetmedi. Tüm Dünya’ya hakim olmasa da, Dünya’nın bir çok ülkesinde demokrasiler hali hazırda eksiklerine rağmen, işleyen bir yönetim biçimidir. Yaşadığımız Hollanda bir demokrasidir. Hem de Avrupa ve Dünya’nın gelişmiş en ileri demokrasilerinden. Bu her zaman böyle değildi. Hollanda her daim bir monarşi de değildi. Bir zamanlar Avrupa’nın ilk cumhuriyetlerindendi (1588 – 1796). O yıllarda Hollanda 8 otonom devletten oluşan bir konfederasyondu. Aynı zamanda 7 birleşik Hollanda Cumhuriyet’i de denirdi. Bu dönem Fransa’nın 1794’te Hollanda Cumhuriyet’ine saldırması ve 1795’te Batafya Cumhuriyetini kurmalarına kadar devam etti. Napoleon Bonaparte’nın, Lodewijk Bonaparte’yı 1806 tarihinde Hollanda kralı atamasıyla, Hollanda aslında ilk defa monarşi oldu. 1813 tarihinde bu gelenek Willem Frederik tarafından (yani Willem van Oranje van Nassau’nun soyundan) devam ettirildi. 16 Mart 1815 tarihinden itibaren Willem I Hollanda ilk kralı olarak tarihe geçti. 1815’ten bu tarafa Hollanda monarşik bir sisteme dönüştü. Bu krallığa Belçika da dahildi (Mart 1815 – Ekim 1830). Belçika’nın ayrılmasından sonra Hollanda monarşik sistemi bugüne kadar sürdürdü.
Avrupa’nın birçok ülkesinde devrim rüzgarları eserken, 1848 tarihi diğer ülkeler açısından olduğu kadar, Hollanda’nın da idari biçimi bakımından bir dönüm noktasıdır.
Bir bakıma anayasal reformlar ve ilk anayasanın yapılmasıyla, Hollanda’nın parlamenter demokrasi tarihide başlar. Bu sürecin başlıca mimarı Thorbecke’dir. Bu tarihten itibaren ise Hollanda’da yavaş yavaş bugünkü siyasal akımlar belirginleşmeye başlar. Liberaller, Katolikler ve daha sonra ise sosyalistler kendilerinden söz ettirmeye başlarlar. Bir taraftan Katolikler Protestanlarla eşit haklara sahip olmak için mücadele ederken, soysal demokratlarda yeni oluşan işçi sınıfının eşit hakları ve yönetimde temsil edilmesi için mücadele etmeye başladılar. Abraham Kuyper önderliğinde Hollanda’nın ilk ülkesel partisi olan, Anti-Revolutionaire Partij, 1879 tarihinde kuruldu. Bu şekilde ‘verzuiling’ (sütunlara ayrılma) denilen sistemin temeli atılmış oldu. Bizzat Abraham Kuyper’in teorisini oluşturduğu bu sistem, her sınıfın ve topluluğun (Osmanlı’da millet kavramı kullanılıyordu) kendisine ait, kendi içinde otonom olan bir topluluğun olduğu düşüncesi 21ci yüzyıla kadar adeta Hollanda’nın idari ve toplumsal düzeninin temel unsuru olmuştur. Bu sistemin temel amacı çatışmayı önlemek, herkesin kendi kurumu ve topluluğu içinde özerk olması idi.
Kimler seçilme ve seçme hakkına sahiptiler?
Seçme ve seçilme hakkı bugünkü gibi değildi. Örneğin ‘’censuskiesrecht’’ denilen sisteme göre yeterli derece de vergi verebilecek erkekler seçme ve seçilme hakkına sahiptiler. Demek ki seçme ve seçilme her dönemde aynı değildi. Kaldı ki o dönemlerde kadınlar birçok temel hakka da sahip değildiler. Keza ekonomik durumu kötü olanlarda bu gruba dahildiler. Hem kadın hakları hem de işçi hakları için mücadele eden, sosyalist hareket (o zamanki tabirle soysal demokrat partiler) doğdu. Uzunca bir mücadele süreci sonunda, 1917 tarihinde 25 yaş üstü tüm erkekler seçme hakkı elde ettiler. Kadınlarda pasif seçilme hakkı kazandılar. 3 Temmuz 1918 tarihinde parlamentoya giren ilk kadının ismi Suze Groeneweg, 1921’e kadar tek kadın vekildi. O zamanki tarihte toplam 100 milletvekili mevcuttu. 99 erkeğe karşın bir kadın temsilci söz konusuydu. Kendisi için hiçde kolay olmadı. Hanımların siyasete girmeleri ve temsil edilmelerine karşı çıkan birçok kişi ve gruplar mevcuttu. Bizzat Suze Groeneweg (43 yaşında) ile dalga geçenlerin sayısı bir hayliydi. Bu kesimler kadınların siyasete girmelerini istemiyorlardı. Direnişlere rağmen, 10 Temmuz 1919 tarihinde seçim yasası genişletildi. Bunun sonunda da hanımlarda aktif seçme hakkına sahip oldular. Mesela Belçika’da 1948 tarihine kadar kadınların seçme seçilme hakları yoktu. İsviçre 1971 tarihinde yasayı yürürlüğe koydu. Günümüzde bile halen birçok ülkede kadınlar bu temel hakka sahip değiller. Bırakın seçimi ve seçilmeyi, halen köle gibi yaşatılan ülkeler mevcut.
Bir ülkede demokrasinin oturması için, o ülkede birtakım değerlerin genel kabul görmesi gerekli. Demokrasi hem bir anlayış hem de kültürel yaşayış tarzıdır. Çoğunluğun aynı zamanda azınlığa saygı ve anlayış göstermesidir. Çoğunluğun azınlığı yönetmesi değil. Azınlığın da ülkenin yönetimine ortak olmasıdır. Bundan ötürüdür ki Hollanda’da en küçük partilerden en büyük partilere kadar, herhangi bir partinin tek başına iktidara gelmesi pek rastlanan bir durum değil. Yerellerden genel yönetimlere kadar ki idari biçimlerde bu tür tartışmalar mevcuttur. Özellikle azınlık haklarının savunulması, demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Demokrasilerin temelinde yatan temsil ve seçilme hakkı, aynı zamanda düşünce, fikir ve inanç özgürlüğüne yaslanmaktadır. Eğer bir ülkede demokrasinin tüm şartları mevcut ise, fakat fikir ve inanç özgürlüğü yoksa, o ülkede demokrasiden bahsedilemez. Demokrasinin temeli özgürlük ve eşdeğerliliktir. Hollanda demokrasisi son 20 yıl içinde yerel deneyimlerle zenginleşti. Doğrudan demokrasinin güçlenmesi, halkın yerellerde söz, yetki ve karar sahibi olması demektir. Fakat demokrasilerde için yeni tehlikeler ve düşmanlar belirmeye başladı.